LAK-LAK
Geçtiğimiz günlerde Ulaştırma Bakanı, başı dik bir şekilde ve gururla; Türkiye’de cep telefonuyla ayda 299 dakika konuşulduğu bilgisini verdi. Bir dakika da ben ekliyorum, biz Türkler tam tamına 300 dakika konuşmuşuz. Ülkemizde ilk cep telefonu hizmetinin başladığı 1994 yılından bu yana, konuşma cihazları edinebilmek için dışarıya 30 milyar dolara yakın para ödemişiz. Geldiğimiz noktada sadece cep telefonunda abone sayımızın 67 milyonu bulduğunu da ekstradan yazmış olayım. Tabi bu medeni(!) verilere birçok açıdan yaklaşılabilir. Örneğin; “işte konuşan Türkiye, iletişimde altın çağ, diyalog had safhada, alın-verin ekonomiye can verin, ne kadar çok abone o kadar çok istihdam vs…” Oysa ben daha farklı açıdan bakıyorum. Bir kere böyle durumlarda ekonomik büyüklüğü, bilgi üreticiliği, icat ortaya koyuculuğu, sanatsal yönleri ağır basan önde toplumlara bir göz atarım. Eğer onlarda cep telefonu ile konuşmak had safhada ise, doğru yoldayız diyebilirim. Yok, eğer çok konuşanlar kategorisinde gelişmemiş ülkeler varsa bu kez üzülürüm. Şimdi siz milyarlarca doları cihazlara vereceksiniz ama bir telefon üretemeyeceksiniz. Siz bunca en kıymetli şey olan zamanı lak-lak’la ziyan edeceksiniz ama icraatta bir şeyiniz olmayacak. Siz sabahtan akşama kadar havanda su döveceksiniz, diğerleri Ay’ı geçtik Mars’a çadır kuracak. Siz, “benim oğlum bina okur, döner döner yine okur” eblehliğinde ömür tüketeceksiniz, eloğlu da icat edip geliştirdiği telefonları size kakalayacak ve sizde elinizde bir avuç tuzla koşarak satın alacaksınız. Siz otobüslerde, resmi dairelerde, çalıştığınız işyerlerinde, müşterilerinizin geldiği mağazalarınızda, camilerde ve daha nice yerlerde herkesin dikkatini dağıtacak, insanları huzursuz edeceksiniz, sonra da çok konuşuyoruz diye hava atacaksınız. Siz araba kullanırken bir elinizde direksiyon, bir elinizle telefon kullanırsanız, diğer araçları ve yayaların hayatını tehlikeye atarsınız hatta öldürürsünüzde… Böyle bir durumda da vitesi şeyinizle (ayağınızla) değiştirmek zorunda kalırsınız. Siz ülke olarak uçmuş, tutmuş müreffehliğin dibine vurmuşsanız ve başkada hiçbir işiniz kalmamışsa tamam o zaman sözüm yok. Ne var ki bizim iki yakamız henüz bir araya gelmedi ki! Tamam, kabul ediyorum, doğu kültürlerinde okumaktan çok konuşmak ön plandadır. Ancak eşeğin heybesine su kaçırmaya da gerek yok değil mi ama? Elbette konuşmak iyidir, diyalog varlık nedenlerimizden birisidir fakat bu sanal değil yüz yüze olmalıdır. Siz bayramlarınızı, özel günlerinizi, hal ve hatır sorma hasletlerinizi cihazlarla yaparsanız, canlı ve karşılıklı yapılan diyalogun tadını alamazsınız. Muhatabınızın gözlerine bakmadan, onun yüz mimiklerini ve el hareketlerini görmeden, gülümserken veya ağlarken çehresinin aldığı halini keşfetmeden yapılan sohbetlerin ne anlamı olabilir ki? Bir atasözüyle bitirelim; “insan ne kadar az düşünürse, o kadar çok konuşur”.
Okuma Süresi:1 Dk., 58 Sn.