1 0
Okuma Süresi:3 Dk., 22 Sn.


Kolombiya
Çevresi dimdik dağlarla çevrili, yüksekliği ise Ekvador’un Başkenti Quito’dan sonra ikinci sırada olan Bogota’dayım. Rakım’ı 2.600 metredir. Nüfusu ise 10 milyon civarında.
Kolombiya’nın bu Karadeniz yaylalarını andıran şehrine kanım çabuk kaynadı.
Başkentte Metro yoktu fakat İstanbul’dan önce Metrobüs kullanmaya başlamışlar. Tabi diğer birçok kentlerinde modern metro sistemleri varmış. Çok güzel mimari eserleri var öylece de korunmaya devam ediyorlar.
Ünlü Bolivar meydanını, yine Grand Place adı ile anılan Brüksel meydanı kadar da ihtişamlıydı doğrusu.
Sokaklarda satıcılar rengârenk geleneksel elbiseleriyle dolaşıyordu. Kimi tropikal meyvelerin suyunu sıkıp satıyor, kimi Lama ile hatıra fotoğrafı çektiriyor, kimi yerel kıyafetlerle bahşiş karşılığında sizinle pozlar veriyor…
Fakat bazı endişelerim vardı ve yanılmamıştım. FARC (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) adlı ayrılıkçı terör örgütünden dolayı her taraf vızır-vızır polis kaynıyordu. O kadar ki; sanırsınız Polis sayısı sivillerden fazladır!
E tabi haklılar, ne zaman nerede bomba patlayacağı belli olmuyor. Ayrıca bu ülkenin güvenli olmayan bölgelerinde bolca uyuşturucu yetiştirilip dünyaya dağıtıldığı da düşünülürse…
Maalesef güvenli bir şehir değildi. Yanınızda telefonla dolaşmak ve geceleri belli bir saatten sonra da sokağa çıkamamanız tavsiye ediliyor.
İlgimi bir şey daha çekti ki o da bolca Simon Bolivar heykelleri, isimlerinin verildiği anıtlar, meydanlardı.
İş bu Bolivar beyimiz oldukça mahir idareci ve oldukça kabiliyetli de bir komutanmış. Öyle ki İspanyolların elinden Venezuela, Ekvador, Kolombiya, Panama ve Peru gibi Latin Amerika ülkelerini kurtarıp özgürlüklerine kavuşmalarını sağlamış. Işığı bol olsun. Birçok ünlü müzesi vardı ki bunlardan birisi Altın Müzesi idi. İspanyolların ve Avrupalıların elinden kurtarabildikleri altınlarla müze açmışlar (çok az bir şey kalmıştı…).
Üretiminden işlenmesine kadar, tarihi serüveninden günümüz modalarına kadar birçok tür ve altın’a dair antik eşyalar sergileniyor.
Kolombiya diğer Ekvador kuşağı ülkeler gibi aslında çok sıcak fakat burası oldukça yüksekte olduğu için tam bir yayla. Serin bir hava ve delici bir güneşe sahip. Diğer bölgelerin neredeyse tamamı yıllık 30-35 derece arasında seyrediyor. Bogota’nın etrafının çevrili olduğu dağlar, Yaratıcı tarafından özenle yerleştirilmiş olduğu her halinden belli. Çünkü tamamen kaya kütleleri ve dimdik duruyorlar. İşin ilginç yanı ise bu taşlara tutunma özelliğine sahip devasa uzunlukta ağaçlarla da bezenmişler. İspanyollar geldiklerinde bu dağların en gözde zirvelerine kiliselerini de kondurmayı ihmal etmemişler. Nasılsa hammadde var, amele de bedava…
İnsanlarını çok sıcakkanlı buldum. Yardımsever ve yüzleri gülüyordu.
Çay kültürü nerdeyse yok, fakat kahve kültürü o kadar farklı ki, her ilin, şehrin, köyün kahvesi ayrı satılıyor ve tadı da farklı. Kahve isterken falanca kahve değil; Filanca şehrin kahvesinden deyip istiyorsunuz.
Birçok Latin Amerika ülkesinde olduğu gibi burada da sokaklarda yatan evsiz ve yoksul insanları görebilirsiniz. Çok sayıda dilencileri de…
Yine ilgimi çekti; oldukça fazla dindarlar (Hristiyan). Taksinin anahtarlığından tutunuz da, Otobüslerin ön cam üzerinde bizim “Maşallah” türünde yazılarımız gibi onlar da hep Hz. İsa, Hz. Meryem resimlerini koymuşlar. Kimi de İncil’den ayetleri arabalarına yapıştırmışlar. Öyle ki; bir kilisenin önünden geçerken bile Haç çıkartıyorlar.
İspanyollar o kadar sömürmüşler ki; tüm maddi ve manevi varlıklarını çalıp götürmüşler. Öyle ki o dönemlerde İspanya ve Portekiz de fazla Altın ve Gümüş biriktiği için bir süreliğine enflasyona uğrayıp değeri çok fena düşmüş.
Yine Sömürücüleri ana dillerini yasaklayıp veya bir nesli katledip, yerine İspanyolcayı iyice yerleştirmiş. Koskoca Latin Amerika (ki bunun içinde sadece Brezilya bile on ülkeye değer!) şu anda tamamen İspanyolca konuşuyorlar. Son olarak da onlara Hristiyanlık dinlerini benimsetmişler/dayatmışlar.
Şu anda da o yüzden oldukça dindarlar/öyle görünüyorlar.
Bunu dini bilgileri sağlam olan bir arkadaşa sormuştum; “Avrupalılar dinden çıktıkça kalkınmışlar, Afrikalı ve Latin Amerikalı Hristiyanlar da dinlerine sarıldıkça geri kalmışlar, neden ki?” Bana şu muhteşem cevabı vermişti; Hristiyanlık batıl bir din olduğu için sarıldıkça insanı geriye götürür, bıraktıkça da sizi ileriye taşır” demişti.
İyi ama o zaman İslam’a ne diyeceğiz? El cevap; “İslam hak din olduğu için sarıldıkça ileriye götürür, gevşettikçe de bugünkü zelil hale gelirsiniz! Örnek olarak ise; Endülüs Emevileri, Osmanlı Türkleri, Abbasiler, Selçuklular… gibi medeniyetleri gösterdi. Özellikle Endülüslüler dinlerine çok sıkı sarıldıkları için, Avrupa’nın Rönesansı (Aydınlanmayı) yaşamasına birebir katkısı ve bunun nedeni olmuştur” dedi. Çünkü birçok fizik-kimya-matematik gibi araştırmacıların, filozofların o dönemde yetiştiğini anımsattı (İbni Haldun, İbni Rüşd, Muhyiddin Arabi vb…
O halde biz yeni Müslümanların bir kez daha iyice düşünmesi gerekiyor…