0 0
Okuma Süresi:4 Dk., 15 Sn.


Yunanistan
Tam 400 yıl Osmanlı İmparatorluğunu egemenliğinde kalmış Yunanistan yolculuğuna çıkmak heyecanlıydı. Eflatun, Aristo, Platon, Sokrates gibi birçok bilim adamlarının ve en son Bizans’ın torunları olan Yunanlıları oldukça merak ediyordum. Birçok ortak noktamız olan, bazı adetlerimizin bile aynı olduğu bu insanlar sanki bizden biriydiler ve sanki bir o kadar da yabancı… Halkımızla dört asır sorun çıkmadan yaşamış olan Yunanlılarla, neden sonra yakın geçmişte savaş yapmak zorunda bile kalmıştık. İpsala fazla kullanılan bir sınır kapısı değildi. Orayı tercih ettim çünkü rotam Dedeağaç, Gümülcine, Kavala, Drama ve Selanik olacaktı. Bu şehirlere de en kolay ve yakın bu güzergâhtan gidebilirdim. Sınırdan geçerken Yunan görevlilerinin güler yüzlü ve yardımsever davranışları ilgimi çekmişti. İpsala’nın uçsuz bucaksız pirinç tarlalarının aynısı burada da vardı. Sınırları ayıran çizgi, bereketli sularıyla akan Meriç nehri olduğu için coğrafya yapısı aynı şekilde devam ediyordu. Gümülcine’ye vardıktan sonra mola verdim. Hiç kasılmadan Türkçe konuştuk çünkü bu şehirde çok fazla Türk yaşıyordu. Buraların Türk yerleşim yerleri olduğu, yol boyunca geçtiğimiz köylerin içerisinden yükselen minarelerden de anlaşılıyordu. Aynen Türkiye’deki gibi Türk kahvesi içtikten sonra yola devam ettim. Kavala’da ve Drama’da da aynı şekilde mola verdim. Bu şehirlerin etrafında ise, tarladan çok meyve ağaçları vardı. O kadar çoktular ki, adeta ekin tarlaları gibi duruyordu. İklim sıcak, toprak bereketli ve suyu bol olan bu yerlerde de çok sayıda Türk yaşıyordu. Yunanistan, tarımda kendi kendine yeten nadir ülkelerden biri olduğunu yine buradaki Türklerle yaptığım sohbetlerden öğrendim. Selanik’e gelinceye kadar yolların tamamı otoyoldu. Üstelik son derece bakımlı olan bu yolların refüjlerinin tamamı güzel çiçekli ağaçlarla donatılmıştı. Yeterince açıklayıcı bilgi veren tabelaların muntazam kondurulduğu karayollarında ilerlerken hiç zorluk çekmedim. Yollar cıvıl cıvıl otomobil ve çok sayıda da motosiklet kaynıyordu. Ülkenin yollarında sürekli bir hareketlilik söz konusuydu. Deniz taraflarında ise, adım başı ada’ya rastlamak ilginçti. Sonradan öğrendiğime göre Yunanistan 1.500 den fazla adaya sahipmiş. Bunun da %10’unda yerleşim varmış. Selanik’e vardığımda akşam olmuştu ve ilk işim otele yerleşip dinlenmek oldu. Sabah kalktığımda Türk otellerinin restoranlarını aratmayacak zenginlikte menülerden oluşan açık büfe kahvaltımı yaptıktan sonra gezmek üzere dışarı çıktım. Akşama kadar dolaştığım Selanik şehrinin aynen İzmir olduğuna dair iddiaya girebilirdim. Bu kadar birbirine benzeyen sahil olamazdı doğrusu. Selanik’in tek farkı, İzmir gibi çarpık yapılaşmayla tarihi dokusunun bozulmamasıydı. İşte o zaman buranın şimdiki keşmekeş ve bol gecekondulu İzmir’e benzeyemeyeceğini üzülerek anlamıştım Ellerinde oltalarla kaldırımdan hemen denize olta atıp balık avlayan Yunanlılar, şeklen de Türklere benziyordu. Siyah saçlı, esmer tenli orta boylu, yere tüküren, sigara izmaritini yolara atan… Şehir içlerinde meydanlarının ve parklarının çokluğunu beğendim. Güzel meydanlarına Aristo, Eflatun gibi atalara sahip olmalarından ötürü bolca heykellerini kondurmuşlardı. Şehir içlerinde kafeler tıklım tıklımdı. Sanırsınız Yunanlılar hiç çalışmıyor. İlgimi çekti, o kadar çok sigara içiyorlar ki, kafelerin üstüne doğru her daim bir duman bulutu yürüyordu. Dünyada en çok sigara içen millet Yunanlılarmış, bunu da sonradan öğrendim. İçkiyi söylemeye gerek yok, o zaten su yerine alınıyor. Türklere benzeyen en önemli şeylerinden birisi de minibüslerde hoparlörle meyve satıyor olmalarıydı. Şehrin ortalarında mikrofonla satış yapıyorlardı. Hoşuma giden bu durumdan vazife çıkartarak ben de hemen bir kilo kiraz aldım. Sonra Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılan Beyaz Kule’yi gittim.
Osmanlılar 1912’de Balkanlardan çekilince, kulenin bulunduğu Selanik şehri Yunanlıların eline geçmiş. Dönemin başpapazı da bu kulenin dışını sembolik anlam taşıması adına beyaz badana ile boyattırmış. Güya vaftiz etmiş, fakat yıllar geçince boya akıp solmuş ve inadına eski haline tekrar dönmüş. Şimdilerde müzeye çevrilen bu kule oldukça ihtişamlıydı. Üzerine haç ve Yunanistan bayrağı dikilmiş olsa da, “ben Osmanlıyım” diye fısıldadığını siz de duyabilirsiniz. Bu kulede olduğu gibi Osmanlıdan kalma daha birçok tarihi eserlerin üzerinde hep haç ve Yunan bayrağı dikiliydi. Üstelik asıllarını ya değiştirmişler, ya da değiştirmeye çalışmışlar. Bu durumdan herhalde, Türklerden aldıkları bu toprakları halen daha benimseyemediler veya korkuyorlar anlamı çıkıyor. Ya da halen daha kompleksteler. Kulenin etrafında birçok Afrika kökenli seyyar satıcılar gördüm. Zenci oldukları belli olan bu göçmenler sanırım deniz yoluyla kaçak olarak buralara gelmişti. Elinde bir şey okuyan sakallı bir zenci ilgimi çekti. Ona yaklaştığımı fark edemedi bile. Okuduğu şeye yakından baktığım şeyin, küçük Kuran olduğunu görünce duygulandım. Sonra ona selam vererek tokalaştım ve bir iki İngilizceyle hal hatır ettik. Senegalli olduğunu öğrendiğim bu garip ile tekrar selamlaşarak vedalaştık. Atatürk’ün doğduğu evin yanında aynı zamanda Türkiye konsolosluğu vardı. Burayı da ziyaret ettikten sonra Makedonya’ya doğru yola koyuldum.

Tüm Balkanlarda olduğu gibi bu ülkede de derin bir Müslümanlık ve Osmanlılık gördüm.
Dile kolay, 500 yıla yakın bir beraberliğimiz söz konusuydu.
Camisiyle, köprüsüyle, insanıyla her karış toprağa ve havaya işlemiş bu izler, topyekûn uğraşılsa bile en az bir 500 yıl’da ancak silinebilir ki, bu da mümkün görülmüyor.
Osmanlılık, yemeklerinden adabı muaşeret kurallarına kadar tüm etnik ve farklı din sahiplerine sirayet etmiş.
Söz konusu ülkeler genelde Ortodoks olduğu için, gelişmiş olan diğer Avrupa ülkelerince fazla ciddiye alınmıyor.
Bu yüzden de Balkanlar, (Osmanlı çekildikten sonra) halen daha Avrupa’nın en fakirleri ve barışa en çok ihtiyaç duyan insanların diyarı olmuş.
Sonuç; bu topraklar yetim bir halde bekleşiyor.
Gerek Hıristiyan ve gerekse Müslüman olan bu insanların bir an önce Türkiye egemenliğine girmesi gerekiyor.
Bu kadim toprakların gerçek sahibine intikali vicdan gereğidir de.
Bu gerçekleştiği anda, tüm Dünya’ya daha fazla barış geleceğine asla kuşkum yok.

Bir yanıt yazın