1 0
Okuma Süresi:4 Dk., 24 Sn.


ÖZBEKİSTAN
Özbekistan denince aklınıza ne geliyor?
Elbette Özbek Pilavı değil mi?
Hadi çok ilgili olanların aklına Kızılkum çölü de gelebilir.
Bunlar önemli tabi ama asıl çok daha önemli şeyleri varsa da bunların da açılımını yapalım;
Efendim neden Özbek Pilavını en iyi o bölgede yapıyorlar da, başka yerlerde o tadı bulamıyorlar?
El cevap; öncelikle orada yetişen özel bir pirinç olması gerekiyor.
Ve en önemlisi de yemeğin yapılışında bol kuyruk yağı kullanmalısınız.
Çünkü Özbeklerin haricinde hiç kimse o pilavı kuyruk yağı ile yapmıyor.
E o zaman ne oluyor? Tat tutmuyor! Çünkü bu pilavın üçte biri pirinç, üçte biri su ve kalan üçte biri kesinlikle kuyruk yağlı olması gerekiyor.
Ama böyle yapınca tadı çok nefis oluyor he.
Çöle gelince; aslında bildiğimiz kupkuru, kıpkızıl bir çöl değil.
Şöyle ki; o çölde yüzlerce türden yaban hayvan yaşıyor. Hepsi yiyor, içiyor, çoğalıyor.
Tamam, öyle bol yeşil çayırlı ve gümbür gümbür ormanlı değil ama oranın da kendine has bir florası var.
Çöle dayanıklı dikensi kısa otlar var.
Bizim makiliklerde yetişen çalılara benzeyen sert kabuklu ağaççıklar var.
Söz konusu yabani hayvanlar bunlarla yaşamlarına devam ediyor.
Konumuz hazır çölden açılmışken; biliyorsunuz Özbekistan İpekyolu’nun en önemli geçiş güzergâhıdır. O yol bu çöllerin içinden geçiyor.
Uçsuz bucaksız çölde su yok, kuyu suyu pek bir işe yaramıyor çünkü deniz seviyesine yakın olduğu için tuz oranı çok fazla.
Peki, ne yapmışlar? Günümüzden yüzlerce yıl önce 15 kilometrede bir mola yerleri yapmışlar.
Bu alana yaklaşık 100 Metrekare civarında taştan bir bina oturtmuşlar.
Ve bu yapı taştan-kerpiçten yapılmış bir çatıya sahip.
Ve tam ortasında da yaklaşık 2 metre derinliğinde 2 metre çapında bir kuyu açmışlar.
Tabi o açılan kısa mesafeli derinlikten su çıkması mümkün değil.
Zaten niyetleri de yerden su bulmak değilmiş; üstteki çatının sıcaklığı ile aşağıdaki serinliğin çatışması sonucu tavanda damlacıklar oluşmaya başlıyor ve biriktikçe o kuyuya damlıyor/su doluyor.
Gelenler de her defasında suya ulaşmış oluyorlar.
Yüzlerce yıl önce hatta binlerce bile denebilir; yoğuşma yoluyla fiziği alt etmişler.
Aslında Özbekistan denince aklımıza şu isimler gelmeliymiş;
Cebir biliminin babası, Astronomi uzmanı, Coğrafyacı, Algoritma kelimesinin mucidi Harezmî.
İslam hukukçusu ve Hadis toplayıcısı/yorumcusu İmam Buhari.
Astronom ve astrolog Fergânî. Ki gezegenlerin hareketlerini ve evrelerini o günkü şartlarda bugüne yakın değerlerde hesaplamış bir Uzay Bilimcidir Fergânî.
Günümüzden 1,000 yıl önce yaşamış, Tabiplerin önderi, Tıp Dünyasına “Mikrop” bilgisini ilk ortaya koyan bir Doktor, İslam felsefecisi, ahlak ve metafizik üzerine tezler yazan İbn-i Sina.
Bilim Dünyası bu Müslüman ve TÜRK insanını “Büyük Üstat” diye tanır.
Bundan başka hem Hükümdar olup ülkeyi idare eden, hem astronomi, matematik üzerine çalışmalar yapmış bilgiler ve eserler üreten muhteşem bir bilim insanımız daha var; Uluğ Bey.
Hükümdardı çünkü o Emir Timur’un (Timurlenk-Aksak Timur) torunuydu, o yüzden de hükümdardı.
Uluğ Bey yaşadığı dönemde yaptığı çalışmalarla bin’den fazla yıldızı “Zij-i Sultani” adını verdiği bir kataloğa birebir ölçekte doğru bir şekilde konumlandırmıştır.
Günümüzde uzay bilimlerinin gelişmesinde çok önemli bir dayanak olmuştur ve insanlık bundan çok faydalanmıştır.
Uluğ Bey’in Semerkant’ta yaptırdığı gözlemevinin izleri halen daha duruyor.
O günkü şartlarda hazırlanan alt yapı bana bugünün İsviçre “Cern” araştırma merkezi gibi geldi. Ancak şu farkla; Uluğ Bey bu merkezi 1449’da kurup araştırmalara başlamış, İsviçre’de bulunan Cern araştırma merkezi daha 1954’de kurulmuş.
Yani Avrupa o zamanlarda bizden 505 yıl gerideymiş.
Maalesef ya adamlar çok çalışıp bizi bir çırpıda 605 sene öne geçmişler; ya da biz öyle bir tembellik etmişiz ki; 100 yıl geriye gitmişiz.
Ve daha bir yığın bilgin, uzman, filozof…
İşte dostlar, Özbekistan denince aklımıza aslında bu isimlerin gelmesi lazım.
Özbekistan’ın Hive, Buhara, Semerkant, Taşkent şehirlerini doyasıya gezdim.
Eserlerden o kadar çok başım döndü ki; Osmanlının hüküm sürdüğü topraklarda bu kadar çok eser olduğunu zannetmiyorum.
Günümüz Türkiye’sini listeye bile koymaya gerek yok.
Soydaşlarımız öyle bir kervansaraylar yapmışlar ki; üstü barınma ve beslenme hizmeti verirken, alt katta geniş ve korunaklı depolar yapmışlar. Gelen tüccarlar yüklerini buraya stoklayıp başka bölgelerden gelenlere satmışlar veya bir süre sonra taşımaya devam etmişler.
Hindistan’da Taç Mahal’i görmüş ve hayran kalmıştım. O bir tane eserdi.
Özbekistan’da Taç Mahal’in aynısından onlarca eser var.
Zaten Babürlüler döneminde Mimarlar Özbekistan’a gelip Taç Mahal’i incelemişler ve aynısını Hindistan’a (Agra) yapmışlar.
Bizim kuşaktaki insanlar Sinbad, Alaaddin’in Sihirli Lambası, 1001 Gece Masalları gibi hikâyelerle büyüdü.
İşte Özbekistan tam da bu masallardaki gibi bir ülkeydi.
Her yer efsane, her yer renk cümbüşü ve her yer bereketli.
90’larda Sovyet Komünist sistem yıkılınca Avrupalılar buralara akın etmişler.
Etmişler çünkü bizim geçmişimizi bizden daha iyi biliyorlar.
Türkler o bölgelere yapılan turistik gezilere daha yeni yeni başlamışlar.
Tabi benim gibi oraları gördükten sonra; “keşke daha erken gelseymişiz” demişlerdir.
İnsanları da çok hoştu.
Her birinde ulema, bilgin, âlim, filozof atalarının yumuşaklığı ve vakarlığı vardı. Yardımsever, gönlü ve gözü tok insanlardı. Ayrıca cömertlerdi.
Türki Cumhuriyetlerinin içinde en sıkı fıkı olduğumuz ülke kuşkusuz Azerbaycan’dır.
Fakat Özbekistan da ondan aşağı kalmıyor.
Türkiye’de yaşayan, çalışan, iş yapan bir milyon civarında Özbek var.
Orada ise Türkiye’den gidip yerleşen binlerce iş insanımız kendi vatanlarındaymış gibi çalışmaya, üretmeye, söz konusu ülkenin gelişmesine katkıda bulunmaya devam ediyorlar.
Ben şimdiye dek 64 ülke dolaştım.
Gittiğim bir ülkeye ikinci bir kez gitmeyi düşünmediğim gibi; herhangi bir arkadaşıma da “mutlaka şu ülkeye gitmelisin” dememişimdir.
Ama Özbekistan bu perhizimi bozdu.
Bu olağanüstü ülkeye bir kez daha gitmek istiyorum.
Bu olağan üstü ülkeye her Türk İnsanın ve hatta tüm dünyalıların mutlaka gitmesini ısrarla öneriyorum.