0 0
Okuma Süresi:3 Dk., 15 Sn.


İSPANYA
Rotamız İstanbul’dan İspanya’nın turistik şehri Malaga olacak.
Uçakla 4 saat civarında süren yolculuk esnasında sırasıyla Marmara, Adriyatik ve Akdeniz üzerinden geçtim.
İndiğimiz havaalanından Granada şehrine yol aldım. Tarihi bir binaya sahip olan otelde konakladıktan sonra ertesi günü bu şehri gezmeye başladım.
Granada Sierra Nevada dağlarının eteğinde bir şehirdi. Granada’nın Türkçe karşılığı “Nar” demekmiş.
Hatta daha sonra gittiğim Sevilla şehrinde bulunan katedralde, Kristof Kolomb’un tabutunu taşıyan dört kral heykeli vardı. Ve kralın birisinin mızrağının ucunda “Nar” şişlenmiş halde resmedilmişti.
Sonuç olarak; Endülüs Emevilerinin en son kaybettiği şehir olan Granada’yı (Nar) kurtardığını gösteriyordu, tabi bu arada içim burkuldu. Konuyu dağıtmadan devam edelim,
En çok ilgimi çeken (ki tüm dünyalı turistlerinde ilgisini çeken!) El-Hamra sarayı oldu.
Avrupa’da ve daha birçok kıt’a da böyle bir eser herhalde yoktur.
Daha yüzyıllar öncesinde yapılan bu saraya içme suyu, uzak dağlardan cazibe ile getirilerek sağlanmış. Halen daha eski taş oluklardan durmaksızın akmasına hayran olmamak elde değildi.
Saray genişçe bir arazi üzerinde kurulmuş ve Granada’ya hâkim bir tepedeydi.
Onlarca revakların üzerinde, yüzlerce “Lâilâheillâllâh” yazısı dantel gibi işlenmişti.
Havuzları, narenciye ve onlarca çeşit meyve ağacıyla birlikte her türlü sebze yetiştirecek bahçeleri görülmeye değerdi.
Herhalde binbir gece masallarının anlatılabilmesi için böyle bir saraya ihtiyaç olmalıydı.
Güzel bir meydanda Kristof Kolomb’un kraliçe İsabel’e sunduğu Amerika keşfi projesini anlattığı bir heykel kondurmuşlardı.
Şehrin içinde tam bir haremlik ve selamlık uygulamasının canlı örneği olan Arap Mahallesini gezdim. Küçücük bahçesi olan evlerin önünde tamamen narenciye ve nar ağaçları vardı. Evler o kadar güzel yapılmış ki, onun torunları olan şimdiki Araplar neden en az bu kadar güzel mahalleler kuramamışlar şaşırdım.
Bu şehri gezdikten sonra Cordoba’ya doğru yol aldım. Burada Endülüsün en büyük camisi olan Cordoba camisini gezdim. O kadar büyük ki, içinde aynı anda 25 bin kişi namaz kılabiliyormuş. Ve yine o kadar büyük ki, İspanyollar burayı Müslümanlardan aldıktan sonra caminin tam orta yerine büyükçe bir katedral bile kondurmuşlar. Bu manzara karşısında gözlerim doldu.
Müslüman mahallesinde salyangoz satma deyiminin daha beteri manzaraydı.
Ve fakat yine de Camimiz onların kiliselerinden daha sıcak ve insani görünüyordu.
Her şeye rağmen, birçok Müslüman eserlerinin halen daha korunmuş olması bana teselli verdi.
Buradan sonra ki durağım ise Sevilla şehri oldu. Endülüsün egemenliği altında yaşayan fakat İspanyolların işgal ettiği bu şehirlerde Müslümanların ve Yahudilerin mahalleri halen daha duruyordu.
Tabi İspanyollar buraları işgal ettikten sonra Müslümanları ve Yahudileri sürdüklerini yazmaya gerek yok sanırım.
Burada birçok katedral ve manastır vardı. Birkaçı yine camiden bozmaydı. Kristof kolomb’un mezarının da bulunduğu Sevilla Manastırını da gezdikten sonra İspanya gezimi bitirmiş oldum.
Müslüman Araplar 711 yılında fethettikleri bu topraklarda öyle derin izler bırakmışlar ki, bu tür saray ve camilerin yanı sıra, kendilerine özgün mahalleler dâhi günümüze kadar yaşayabilmiş.
Rönesans’ı yaşayan Avrupalıların, bu dönemlerde yaşayan Müslüman bilginlerinden esinlendiğini, birçok şeyi onlardan öğrendiğini var olan eserleri gördükten sonra anlayabiliyorum.
Müslümanların, Avrupa’ya oldukça büyük katkısı olduğu her halinden belliydi.
Genel olarak ise İspanya; Dağ taş zeytin ağacıyla doluydu. Öyle ki, dünyanın bir numaralı zeytin üreticileriymiş (hatta handiyse dünyanın üretimi kadar kendileri üretiyorlar, Türkiye 4. sırada).
Ama ne yazık ki, kahvaltıda zeytin yeme alışkanlıkları yok bu yüzden mahrum kaldım 
Şehir içlerinde bulunan kaldırımların tamamına yakınında, bolca narenciye ağacı vardı.
Bu da şehrin, yaz kış yeşil kalmasını ve yollara apayrı bir hava vermesini sağlıyordu.
5 resmi dile sahip olan İspanya nüfusu yaklaşık 40 milyon civarında. Türkleri seviyorlar ve oldukça sıcakkanlılar (bu da sanırım Akdeniz ikliminin getirdiği bir özelliktir).
Bu günlerde her ne kadar her 4 İspanyol’un biri işsiz de olsa, yinede cıvıl cıvıl’lardı.
Hayat rutin akışını sürdürmeye devam ediyordu.
Alt ve üst yapı adına hiçbir eksiklik göremedim desem abartmış olmam.
Birçok Avrupa ülkesinden daha fazla şehirleşme düzeni sağlanmış görünüyordu.
Karayolları boylarınca bizimkiler gibi bolca reklâm tabelaları yoktu çünkü dikkat dağıtıyor diye yasakmış (bizdekileri görseler herhalde AnaBritannica kadar yazarlardı).
Bildiğimiz Lâtin Amerika mimarisi daha çok taşrada vardı. Ama yapıların ortak noktası büyük bir çoğunluğunun beyaz boya ile boyanmış olmasıydı (güneş fazla göründüğü için olsa gerekir).

Bir yanıt yazın