0 0
Okuma Süresi:3 Dk., 8 Sn.


Fransa

Yönümü, kara Avrupa’sının ikinci büyük ekonomik gücüne ve nüfusuna sahip olan Fransa’ya çevirdim (birincisi Almanya). Küçük bir valiz (olmasa da olur), fotoğraf makinesi ve kamera (olmazsa olmaz!) ikilisi ile yola koyuldum. Rotamı Ünye, Salzburg, Münih, Strasbourg ve Paris şeklinde belirledim. Bu ülkenin benim için birçok önemi vardı. Birincisi fakir, sömürülen ve dolayısıyla ezilen halkın monarşiye, soylulara karşı yapılan başkaldırısı ilk bu ülkede olmuştu (1789). Bu da demokrasinin kazanılmasının ilk adımlarını oluşturmuş, dünyanın geri kalan halklarına örnek teşkil etmişti. İkincisi, Avrupa birliğinin kurucu aktörü olarak Almanya’dan fazla rol almıştı. Üçüncüsü, Amerika’dan sonra en çok tarımsal ürün ihraç eden ülke olması, dördüncüsü, Fransızcanın yanı sıra resmiye yakın olarak 9 yabancı dilin günlük olarak konuşulması, beşincisi, elektrik ihtiyacının %80’nini nükleer santraller aracılığıyla sağlıyor olmasıydı (bizim çevrecilere duyurulur). Trenle devam ettiğim yolculuğumda, ülke coğrafyasının genelde düzlük araziye sahip olması dikkatimi çekti. Öğrendiğime göre topraklarının üçte ikisinin rakımı 250 metreyi geçmiyormuş. Paris’in merkezinde indiğim tren istasyonunun adı; “Gare De L’est” idi. İstasyon rengârenk insanlardan oluşuyordu ve cıvıl cıvıldı. Sürekli koşturmanın yaşandığı istasyon, kıta’lar arası ulaşımın da merkeziydi. Hemen yakınında Fas’lı birisinin işlettiği otele yerleştikten sonra şehri keşfe koyuldum. Birçok imparatorluk merkezlerinde olduğu gibi burada da sokaklarda her ulustan insanlar vardı. Sarı, beyaz, esmer, siyah ve daha nice ara tonlarda… Öğrendiğime göre bu ülkenin sadece %95’i Fransız kökenliymiş. Nüfusunun geri kalanını yoğunluk sırasına göre; Cezayir, Portekiz, Fas, İtalyan, İspanyol kökenliler oluşturuyor. Bunun yanı sıra eski bir sömürge ülkesi olan Fransa’nın, anakarasının haricinde denizaşırı yerlerinde de sahip olduğu toprakları var. Yönetim olarak kontrol altında (sömürge) tuttuğu yerlere ilaveten; Fransız Guyanası, Fransız Polinezyası gibi toplamda 10 kara parçası-adaya sahip olması söz konusu. Kaldığım günlerde edindiğim intibaın sonucu; Almanya’nın tersine burada yaşayan göçmenler, Fransızları daha fazla kontrol ediyormuş gibi gelmesi oldu. Azınlıkların davranışları daha rahat ve daha destursuzdu. Fransızların, onlara fazla bulaşmamaya özen gösteriyormuş hissine kapıldım. Fransa genelinde çok fazla Türk olmamasına rağmen, Paris’te Türk esnaftan bolca vardı. İstanbul kuyumcusundan, Urfa kebapçısına, Trabzon kahvehanesinden, Ordu Marketine kadar işyeri tabelaları okudum. Akdeniz ikliminden olsa gerek, Fransızlar diğer Avrupa ülkelerindeki milletlerden daha sıcakkanlıydılar. Renkleri sarışından çok beyaz tenliydi. Bizim gibi oralarda da trafik sıkışınca korna çalıyorlar (bu manzaraya Almanya’da şahit olamazsınız!). Paris, eski ve yeni diye iki yerde kurulmuş. Eski Paris’te hiçbir şeye dokunulmadan orijinal haliyle kullanılmaya devam ediyor. Konutlar, iş merkezleri ve devlet daireleri daha çok yeni Paris’te konuşlanmış. Eiffel Kulesi ve ünlü Louvre müzesi eski Paris’teydi. Önce bu müzeyi ziyaret ettim. Dünyanın birçok yerinden eski çağlara ait eserler vardı. Yine aynı müzede Hıristiyanlıkla ilgili olan materyaller revaçtaydı. Eiffel kulesinin de bulunduğu bu alanda bolca işportacı vardı. Tamamı zenci olan bu kaçak göçmenler bolca hediyelik eşya satıyorlardı. Fotoğraf çektirmeye bile korkan bu insanların gözleri devamlı polis takibindeydi. Kartpostallarda gördüğüm gibi normal büyüklükte beklediğim Eiffel kulesi beni yanılttı. Çünkü fazla büyük bir yapıydı. Bu çelik ve demir yığınının sadece ayaklarının bastığı alan neredeyse orta ölçekli bir futbol sahası kadar vardı. Devasa büyüklükteki kule, tıklım tıklım turist kaynıyordu. (Gerçi Paris’in her tarafı fıkır fıkır turistlerle doluydu ya… Türkiye’ye gelenlerin iki misli turist gittiğini sonradan öğrendim). Asansör çok kalabalık olduğu için yürüyerek çıkmaya karar verdim. Yaklaşık 20 katlı bina merdiveni kadar çıktım. Sonra pes ederek ilerlemeye son verdim. Zirvesi olmadığı halde buradan da Paris’i kuşbakışı izleyebildim. Kulede bir kahve içtikten sonra aynı merdivenleri geri indim. Sokaklarını gezmeye devam ettim. Adım başı heykel ve adım başı zafer tak’ları vardı. En çokta Hıristiyanlığı sembolize eden heykeller oldukça fazlaydı. Paris’in içinden akan nehirlerin üzerinde onlarca köprü vardı. Her burcu ayrı bir sanatla işlenmiş, nehirlerin gerdanlarına özenle kondurulmuştu. Nehirlerin geçtiği yerlerin iki tarafı da mükemmel bir ustalıkla taş bloklarla örülmüş durumda. Karayollarında üstü açık turist gezdiren otobüsler gibi nehirlerde de turist gezdiren küçük tekneler sürekli seyir halindeydi.

Bir yanıt yazın