0 0
Okuma Süresi:3 Dk., 23 Sn.

Avrupa birliğine yeni giren ülkelerden birisi olan Bulgaristan yolculuğumuz başlıyor.
Bu ülkenin bizim için en büyük önemi; Osmanlı İmparatorluğu içinde en uzun süreli kalmış olmasıdır (546 yıl).
Ardından 1908 yılında bağımsızlığını kazandı ve Rusya’nın kontrolüne girdi.
Daha düne kadar Rusya’nın en sadık uydusu olan Bulgaristan oldukça ilginç bir ülkeydi.
Türkiye’den Avrupa’ya giden-gelen gurbetçilerimizden ve yük taşıyan Tır’cılarımızdan ötürü oldukça büyük paralar kazanıyorlar.
Başkent Sofya’ya gittiğimde otelde kaldım.
Ertesi günü dolaşmaya başladığım bu ülke’de çok sayıda tarihi yapı vardı.
Tabi yanı sıra bolca yeşil alan ve dinlenme parkları da…
Şehrin her yerinde gereğinden fazla komünist heykellere rastlamak ilgimi çekmişti.
Ne kadar orak-çekiç çağrıştıran figür varsa, buradaki anıtların hepsine işlenmişti.
Sofya, Rusya’da bile olmadığı kadar komünizm görüntüsüne sahipti.
Sofya’nın merkezinde bulunan, adı halk arasında “Büyük Camii Mahallesi” olarak bilinen yerde, Koca Mahmut Paşa camisini gezdim.
İlk günkü gibi heybetli duruyordu ve halen daha içinde ibadet yapılabiliyordu.
Ardından Türklerin en yoğun olarak ikamet ettikleri Şumnu mahallesine gittim.
Pazarlarına ve işyerlerine, gıdadan giysiye kadar Türk markası doluşmuştu.
Evlerin balkonlarında çanak antenler vardı ve hepsi Türkiye’ye bakıyordu.
Burada bulunan Türkler en çok Türkiye’yi izlermiş.
Her ne kadar Avrupa birliğine girmiş olsa da, alt ve üst yapı halen daha onarılmayı-yenilenmeyi bekliyordu. Bunu, caddelerin kenarlarındaki ağaçların, yer yer yolu dalgalandırdığından anlayabiliyordum.
Konutlar yine Sovyetler döneminden kalmış, yıkık, dökük ve hantal bir şekilde bekleşiyordu.
Sanki her an yıkılacak gibi duran metruk binaların boyası dâhil hiçbir şeyi düzenli görünmüyordu.
Şehir merkezleri ise yeni yeni tadilata sokulmuş, yer yer düzenlemeler ancak başlamıştı.
Ulaşım halen daha Ruslardan kalma trolleybuslarla yapılıyor.
Bu durum da beraberinde, caddelerin üzerlerinin kablolarla dolu olmasını getiriyor, tabi çirkinliği de…
Ülkenin karayolları baştan sona kadar ağaçlarla donatılmış. Bu da yollara ayrı bir hava veriyordu.
İkinci el Alman arabalarıyla doluşmuş yollar, halen daha tek şeritli ve son derece bakımsızdı.
Çok az mesafeli otoyol vardı ki, ona da otoyol denilirse…
Türkiye’den Avrupa’ya kadar ulaşan demiryolu, Osmanlılardan kalma ve halen daha faaliyetine devam ediyor.
Bu kadar alt yapı yoksunu ülkenin Avrupa birliğine girip, bizim ise halen daha bekliyor olmamızı, ideolojik nedenlere bağlamaktan başka çarem kalmadı doğrusu.
İnsanlarının sağlıklı bir zayıf bedene sahip olmaları ilgimi çekti. Daha doğrusu şişman insana rastlamadım desem yeridir. Herhalde, lokantalarında ekmeklerin dilim halinde satılıyor olması da yeme kültürlerinin bir parçasıydı.
Yabancılara yardımcı olmayı seven Bulgarların, fakirliklerine rağmen neşeli ve hareketli olmaları da diğer dikkat çeken yanlarıydı.
Gittiğim lokantada tandır yemeği istemiştim, yanında zeytinyağına benzer bir minik şişe sıvı getirdiler. Döktüm ve yemeye başladım. Tadı tanıdıktı ve tatlıydı. Sordum, arı balı dediler. Tandıra arı balı mı? Tadını hiç ama hiç beğenmedim 
8 milyon nüfusa sahip Bulgaristan ülkesinin %13’ü Müslüman ve %10’unun da Türk olması hoşuma gitmişti.
Çünkü geçtiğim yol boylarında hep camiler vardı ve dimdik ayakta duruyorlardı.
Türkiye’den bolca öğrenci ve iş adamı gelmiş ve faaliyetlerine halen daha devam ediyorlar.
Coğrafi olarak Edirne’den sonra Trakya ovasının bu ülkede de devam ettiğini gördüm.
Meriç, bereketli sularıyla buradaki kısmını da sulamaya devam ediyor.
Bulgaristan’da tarım oldukça yaygın yapılıyormuş (iş gücünün %43’ü tarımda çalışıyor)
Ilıman iklime sahip Bulgaristan’ın, Karadeniz kıyısında turistik alt yapıları oldukça iyiydi.
Bulgaristan’ın bu kıyılarına, Dünyanın çeşitli yerlerinden her yıl 10 milyondan fazla turist geliyormuş.
Tüm Balkanlarda olduğu gibi bu ülkede de derin bir Müslümanlık ve Osmanlılık gördüm.
Dile kolay, 500 yıla yakın bir beraberliğimiz söz konusuydu.
Camisiyle, köprüsüyle, insanıyla her karış toprağa ve havaya işlemiş bu izler, topyekûn uğraşılsa bile en az bir 500 yıl’da ancak silinebilir ki, bu da mümkün görülmüyor.
Osmanlılık, yemeklerinden adabı muaşeret kurallarına kadar tüm etnik ve farklı din sahiplerine sirayet etmiş.
Söz konusu ülkeler genelde Ortodoks olduğu için, gelişmiş olan diğer Avrupa ülkelerince fazla ciddiye alınmıyor.
Bu yüzden de Balkanlar, (Osmanlı çekildikten sonra) halen daha Avrupa’nın en fakirleri ve barışa en çok ihtiyaç duyan insanların diyarı olmuş.
Sonuç; bu topraklar yetim bir halde bekleşiyor.
Gerek Hıristiyan ve gerekse Müslüman olan bu insanların bir an önce Türkiye egemenliğine girmesi gerekiyor.
Bu kadim toprakların gerçek sahibine intikali vicdan gereğidir de.
Bu gerçekleştiği anda, tüm Dünya’ya daha fazla barış geleceğine asla kuşkum yok.

 

Bir cevap yazın